Soner Yalçın, Türk basınının “araştırmacı-gazeteci“ lik dalında en başarılı kalemlerinden biridir. Yakın tarihimizle ilgili konuların, olayların ve şahısların değişik yönlerden anlatıldığı, ilgiyle okunan çok sayıda kitabı ve yazıları vardır. Marksist ve sosyalisttir, ulusalcıdır. Doğal olarak olaylara ve konulara genellikle bu açıdan bakar ve yorumlar. Ancak 29 Ocak’taki “Kürsüdeki Hanım” başlıklı yazısı fikri ve siyasi taraftarlığın sınırlarını da aşıyor, tarihi ve toplumsal gerçeklerin ideolojik bir taassup duygusuyla reddi anlamına geliyor.
Soner Yalçın Nursumangül Abdürreşid isimli Doğu Türkistan’lı genç kızın İYİ Parti’nin Meclis Grubu’ndaki konuşmasında söylediklerinin kesinlikle doğru olmadığını düşünüyor; daha ötesinde bunların Çin’e yönelik CIA kaynaklı dezenformasyon faaliyetlerinin bir parçası olduğunu, benzerinin Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı da uygulandığını iddia ediyor: “Sovyetler Birliği’ne yapılan espiyonaj-dezenformasyon faaliyetleri bugün Uygurlar üzerinden Çin’e yapılmıyor mu?”
Yalçın’a göre geçen asrın başından itibaren dünya Türklüğüyle ilgilenmeye başlayan milliyetçi aydınlarımızın gündeme getirdiği ve Sovyetlerin dağılmasına kadar çok kullanılan “esir Türkler“ deyimi bir safsatadır. Yani Çarlık ardından Sovyetler Birliği dönemlerinde milyonlarca km.lik geniş bir alanda Rusya’nın 16. asırdan sonraki istila girişimleri sonucunda bağımsızlıklarını kaybeden Türkler, Rusya’nın egemenliğini itirazsız kabullenmişlerdir, esaret altında yaşadıkları doğru değildir. Daha sonra Soğuk Savaş dönemi başlıyor, CIA devreye giriyor. Bilim adamı sıfatını kullanan elemanlarını devreye sokuyor. Sovyetler’i çevrelemek için “Yeşil Kuşak“ projesi hazırlanıp devreye sokuluyor, bu arada CIA, 2.Cihan Savaşı’nda Kızıl Ordu’da askere alınan ve Almanlara esir düşen Türkler arasından Savaş’tan sonra seçtiği bazı isimlerden de yararlanıyor: “Önce Nazi sonra CIA yayınları Sovyetler Birliği’ndeki Müslümanlar ile ilgili bilgi kaynakları oldu. Milliyetçi ve muhafazakar yayın çevreleri CIA kaynaklı ideolojik argümanları topluma taşınmasında koçbaşı görevi üstlendi. Sovyetler Birliği Hakkındaki ideolojik propagandanın teması hep aynıydı: Esir Türkler! ‘Komünistler bunları baskı altında inim inim inletiyor.’ Sovyetler Birliği dağılınca bu kara propagandanın gerçek olmadığı ortaya çıktı.” Kısacası yazara göre geçen asır boyunca Türk milliyetçilerinin temel gündem konularından biri olan “esir Türkler” meselesi, dış istihbarat servislerinin Sovyetler Birliği’ni zora sokmak amacıyla yaptıkları gerçek dışı dezenformasyondur; milliyetçi muhafazakar çevreler bu komploya alet olmuşlardır.
Sayın Soner Yalçın, keşke bu konuda “yoldaşlık dayanışması“ adına takmayı tercih ederek yazdığı ideolojik gözlüğü çıkararak, iddialarını gazeteciliğin iyi bildiği “etik” kuralları çerçevesinde objektif şekilde yeniden değerlendirebilse; eminim mesleğinin sorumluluğunun farkında bir gazeteci olarak yazdıklarının savunulacak bir tarafının olmadığını görür, sahiplenmek istemezdi. Çünkü tezleri Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetler Birliği ekseninde yaşanan küresel egemenlik mücadelesinin Batılılar tarafındaki yüzünü kapsıyor. Oysa esaret altındaki Türkler ve Müslümanlar olgusu Rusya’nın işgali altında bulunan bölgelere ait bir konudur, üstelik Naziler ve CIA sahneye çıkmadan çok daha önce gündemdeydi. Rusya egemenliğinde yaşayan Türk ve Müslümanların özgürlük sorunları bulunmuyorsa, baskılar, zulümler yoksa 1820’lerden 1860‘lara kadar süren Dağıstan-Çeçen ayaklanması, Şeyh Şamil ve arkadaşlarının destansı direnişi asılsız bir masal mıydı? 1865’de başlayan, on binlerce Çerkez’in karada ve denizde ölümüne yol açan tehcir olayı, zulmün de ötesinde de bir soykırım değil midir?
18’nci asrın ilk çeyreğinden sonra İdil-Ural bölgesinde, Kazan’da ve Kırım’da Şehabeddin Mercani, Musa Carullah, Alimcan Barudi ile Gaspıralı İsmail Bey gibi aydınların amacı neydi, kime karşı mücadele ediyorlardı? Bolşevik ihtilali tarihini iyi bilen Soner Yalçın, Bolşevik devriminin en önemli dört isminden biri olan Kazan Türkleri liderlerinden Sultan Galyev’in dramını, hazin akıbetini neden yok sayıyor? Devrimin ilk dönemindeki “Bütün milletlerin kaderlerini tayin hakkı olduğu” açıklamalarının samimiyetine inanan Kazan halkı da bundan yararlanma girişimi başlatınca rejim düşmanı ilan edilmedi mi? Önce hapsedilip sürgün edildikten sonra, ülkedeki değişik bölgelerdeki binlerce Türk aydını gibi kurşuna dizilmedi mi? Azerbaycan’da, Türkmenistan’da Kırgızistan‘da binlerce Türk aydınının kurşuna dizildiği, sürgüne gönderildiği Rusya tarafından sonraki dönemde açıklanan belgelerle kabul edilmesine rağmen bunları yok saymak ne anlama geliyor? Mustafa Cemiloğlu ağır cezalara katlanarak yıllarca neyin mücadelesini yaptı? Cengiz Dağcı’nın yüreğini kavuran Kırım hasretiyle gözyaşlarını içine akıtarak, sessizce hıçkırarak kaleme aldığı hatıralarında anlattıkları hayal miydi? “Onlar da İnsandı“ derken neyi anlatıyordu? Çocukluğunda rejim karşıtı diye suçlanıp kurşuna dizilen bir grubun içindeki babasının kemiklerine ancak yıllarca sonra ulaşabilen Cengiz Aytmatov’un, esaret altındaki halkının kimliğinin asimile edilme girişimlerini anlatan muhteşem “Mankurtlaşmak” metaforundaki efendi kimdi, kimlerdi, esirleri hangi halktı?
Rusya’nın 18. ve 19.’cu asırlarda işgal ettiği Kırım ve Ahıska’dan 1944’de yüz binlerce Türk’ün bir gece içerisinde yük vagonlarına tıkıştırılıp sürgüne gönderilmelerinin tipik bir “esaret” uygulamasından başka bir izahı olabilir mi? Rusya‘da rejimler değişse bile kültürel asimilasyon politikalarının değişmediğini gören Türk milliyetçilerinin yüz yıl boyunca soydaşlarının esaretine itiraz etmelerini, Nazi ve CIA gibi emperyalist merkezlerinin yönlendirmesi olarak nitelendirmek, Rus-Sovyet ve Çin yönetimlerinin, rejimlerinin yaptıklarını meşrulaştırmak anlamına gelmiyor mu?
Sayın Soner Yalçın diyor ki: “Ne zaman ki Çin büyük dünya devi oldu, 69 ülkeyi etkileyen İpek Yolu Ekonomik Kuşağı Projesini hayata geçirdi. Projenin stratejik noktalarındaki Uygurlar-Doğu Türkistan son beş yılda dünyanın gündemine geldi, Çin’de resmen tanınan 56 etnik yapı var … niye sadece Uygurlara zulüm yapılsın.”
Ele aldığı konuları ayrıntılarına kadar inceleyen bir “araştırmacı-yazar”ın meseleye bu kadar yabancı kalmasına, kolaylıkla ulaşabileceği tarihi gerçekleri yok saymasına, düpedüz ideolojik yorum yapmasına anlam veremiyorum. Kendisine şunları kısaca hatırlatmak isterim:
Doğu Türkistan halkı sadece bu günlerde değil, 150 yıldır Çin istilasına, uyguladığı baskı ve zulümlere karşı muhteşem bir mücadele veriyor. Coğrafi konumu dolayısıyla bir tarafından Rusya’nın diğer tarafından Çin’in kuşatması altında dünya ile irtibatının büyük ölçüde kesik olmasına, her türlü imkansızlığa, kimseden yardım alamamasına rağmen pes etmediler. 1874’te, 1933’de ve 1944’de üç defa Çin yönetimine karşı bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ama her defasında silah gücü ve asker sayısı kendilerinden çok fazla olan, bölgeyi ele geçirmekte kararlı olan Çin ordusunun saldırılarına uzun süre dayanamadılar. 1949’da iktidarı eline geçiren komünist Çin rejiminin başlattığı saldırıya, iki yıldan fazla karşı koyan Osman Batur’un liderliğinde yürütülen özgürlük mücadelesi tam bir yiğitlik destanıdır. Çin askerlerine karşı tek başına kalıncaya kadar vuruşan Osman Batur’u ancak yaralı halde ele geçirebildiler, ayaklarını ellerini keserek Urumçi sokaklarında dolaştırıp astılar. Böylelikle Türkistan halkını korkutup direnmekten vaz geçireceklerini umuyorlardı. Ama bekledikleri olmadı; halk rejimin uyguladığı şiddet ve baskılara rağmen kimliğini korudu. Çünkü Doğu Türkistan’daki direniş, başından itibaren belirli bir kesimin değil tüm halkın meselesi olmuştur. Bundan dolayı Çin halka karşı her dönemde acımasızca davrandı. Özellikle 2009’ta Urumçi’de yaşananlar, tam bir vahşet örneğidir.
O yılın Haziran ayı başında Guan’da Uygurların çalıştığı fabrika, polis üniforması giydirilen elleri sopalı birkaç bin Çin’li tarafından basılır, işçiler feci şekilde dövülür. Amaç Uygurları yıldırıp işlerini bırakmalarını sağlamak, yerlerine bölgenin demografisini değiştirmek üzere getirmekte oldukları Çinlileri buraya yerleştirmektir. Olayın duyulması büyük tepki yaratır. Urumçi’de halk protesto maksadıyla meydanda toplanmaya başlar.
Bundan sonra yapılanlar tam bir insanlık suçudur, rejim açısından ebedi bir yüz karasıdır. Çin güvenlik güçleri kısa zamanda sayıları otuz bini geçen göstericilerin çevresini zırhlı araçlarla kuşatarak, ağır silahlarla ateş açtı, binlerce Uygur acımasızca katledildi. Kan gölüne dönen meydanda öldürdüklerini kamyonlarla taşıyıp toplu halde gömdüler. Yirmi binden fazla gösterici tutuklandı. Bu korkunç katliam Batı basınında ancak kısa bir haber olarak yer alabildi. Doğu Türkistan halkı her zamanki gibi bu acıları da yüreklerine gömerek çaresiz kaldı.
Komünist Çin Hükümeti, uyguladığı bütün şiddet ve baskılara rağmen halkın direncini kıramayınca, 2013’ten bu yana, çok yönlü, daha kapsamlı, kitlesel eğitimin, telkin ve propagandanın, psikolojik ve pedagojik yöntemlerin ağırlıklı olduğu değişik bir politika uygulamaya başladı. Amaç halkı millî ve dini kimliğinden gelenek ve kültüründen uzaklaştırarak, hafızasını boşaltarak rejimin belirlediği standartlara uygun yeni bir toplum yapısı oluşturmak. Tarihte benzeri görülmeyen bir toplum mühendisliği projesi uyguluyor. Çin yaptıklarını saklama gereğini de duymuyor; geçen yıl rejimin yayın organlarındaki Global Time‘e konuşan bir Çin hükümet yetkilisi önümüzdeki dönemde nelerin yapılacağını açıkladı. Dediğine göre, rejimin güvenilir elemanlarına kurdurduğu “Çin İslam Teşkilatı”nın toplantısında, “Çin rejimine uygun İslam versiyonu projesi” görüşülüp kabul edilmiş. Projenin hedefinde başta İslam olmak üzere, bütün din ve inançların dönüştürülmesi var. Rejim, meseleye Marksist açıdan baktığından dini “değiştirilmesi gereken ahlaki bir hastalık“ olarak görüyor. Beş yıllık plan çerçevesinde atılacak adımlarla, varlıkları rejim için tehlike sayılan Uygurlar millî ve dini kimliklerinden uzaklaştırılarak “güvenilir yurttaşlar” haline getirilecekler, yani Çinlileştirilecekler.
Çin bu proje kapsamında kurduğu toplama merkezlerinin “Aşırılıklardan arındırma, mesleki eğitim verme kampları” olduğunu iddia ediyor. Uluslararası İnsan Hakları kuruluşlarının ve BM temsilcilerinin toplama kamplarını görme isteklerini cevapsız bırakıyor; buna karşılık bazı ülkelerden kendilerinin seçtiği gazetecileri, sivil toplumdan isimleri davet ediyor, sadece kendi belirlediği yerleri görmelerine ve kendi seçtiği kişilerle görüşmelerine izin vererek, yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışıyor. Parasal ve siyasal gücünden dolayı bir çokları maalesef yaptığı bu dezenformasyona alet olabiliyor. Camilerin tamamına yakının kapalı olduğu, açık olanlara girmelerine izin verilen belli yaş grubundakilerin ise fişlendiği, hocalığı rejim elemanlarının yaptığı camilere gidebilen de artık pek kalmadı. Oruç tutulmasına da izin verilmiyor, evler de sıkı gözetim altında. Sadece toplama kampları değil bütün okullar, kreşler, fabrikalar çarşılar birer ideolojik propaganda merkezi işlevi yapıyor. Batı ülkelerinin tamamına yakınından tepki toplayan, Pekin’ in “özgürleştirme” diye nitelendirip arsızca savunduğu bu kitlesel dönüştürme (asimilasyon) politikasına, sadece Türkiye dahil İslam ülkeleri sessiz kalıyor. Üstelik birçoğu Pekin tarafından hazırlanan ve Çin’in bölgede yaptıklarını haklı bulup onaylayan bildiriyi imzalayabiliyor.
Soner Yalçın’ın “bölgede sadece Uygurlar yok” iddiası da yanlış. Doğu Türkistan’daki 30 milyondan fazla Türk ve Müslümanın üçte ikisi Uygur Türk’tür; geriye kalanlar Kazak, Kırgız ve Özbek Türkleridir. Çin şiddet politikasını ayrım yapmaksızın uyguluyor. Geçen yıl Kazakistan hükümetinin girişimleri sonucu kamplara koyduğu birkaç Kazak aileyi iade etti. Bölgenin adı tarih boyunca Doğu Türkistan‘dır; bundan dolayı 1873 ve sonrasındaki üç bağımsız devlet girişimi de bu adla yapılmıştır. Satuk Buğra Han’ın, Kaşgarlı Mahmut’un, Yusuf Has Hacib’in diyarı olan Doğu Türkistan adının Sincan Özerk Uygur Bölgesi olarak değiştirilmek istenmesi, işgalci Çin emperyalizminin tarihi yok sayma çabalarının somut örneğidir. Pekin rejimi öylesine pervasız ki, Uygurların aslen Türk olmadığı, zorla Türkleştirildiği gibi tarih bilimine aykırı iddiaları ders olarak okullarda okutacak kadar ileri gidebiliyor.
Doğu Türkistan’da yaşananların ABD tarafından dillendirilmesini bir CIA komplosu diye tanımlamak, Pekin’in dünya çapında yürüttüğü dezenformasyon çabalarını ve bölgedeki uygulamalarını doğru ve meşru saymak anlamına gelir. Günümüz dünyasında üç küresel emperyalist güç, ABD, Çin ve Rusya arasında şiddetli bir rekabet ve egemenlik kavgası yaşanıyor. Bunların her birinin diğerinin zaafını yakalayıp yararlanmaya çalıştığı ortada. ABD‘nin Çin’in bu sorununu kullanmak istemesi bu rekabetin doğal sonucudur. Nitekim benzerini başka konularda Çin de ona yapmaya çalışıyor. Amerika bu konuyu gündeme getiriyor diye Çin‘in işgalci bir güç olduğunu, en vahşi yöntemlerle kültürel ve dini toplum mühendisliği yaptığını görmezlikten mi geleceğiz? Bunu yapmanın insani, vicdani, ahlaki bir izahı olabilir mi? Kim ne derse desin, Çin ne kadar güçlü, varlıklı ve etkili olsun gerçekler ortada; Doğu Türkistan’da uyguladığı baskı, şiddet ve kültürel soykırım bir insanlık sorunudur, bunun hesabını hak, hukuk ve insanlık adına bir gün mutlaka vermek zorunda kalacaktır.