İstanbul Türk Ocağı 100. Yıl sohbetlerinde bu hafta, ‘’Arap Baharı ve Türk Dış Siyaseti’’ konusundaki düşüncelerini paylaşmak üzere Şehir Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya’yı ağırladık.
Türk Ocağı İstanbul şubesi başkanımız Dr. Cezmi Bayram’ın kendisini takdiminin ardından, ‘’Sizin şahsınızda Türk Ocaklarının yüzüncü yılını tebrik ediyorum. Ne güzel ki yüz yıllık şanlı bir geçmişi var. Siz de gurur duyuyorsunuzdur. Yüz yıllık geçmişten bugüne herkes aynı başarı ile çıkamadı. Arap dünyası da bunlardan biridir.’’ sözleri ile başlayan konuşmasına Çetinsaya, şöyle devam etti: ‘‘Modern Ortadoğu’yu anlamak, bin yıllık geçmişe gitmeyi zaruri kılar. Bu bin yıllık geçmişe bakıldığında iki önemli fenomenle karşılaşırız: ‘Haçlı seferleri’ ve ‘Türklerin Ortadoğu’ya hakimiyeti’. Tarihçi Albert Hourani, Osmanlının Arap dünyasına altın çağını yaşattığını yazar. Türklerin Ortadoğu hakimiyetini bir koldan Selçuklular, bir koldan da Memlûkler şekillendirmiş ve bu inşayı Osmanlı devralmıştır. Akdeniz’de İspanyol hakimiyeti tehdidi, Hint Okyanusu’nda Portekiz tehdidi ile devam eden süreçte, tehditlere karşı Osmanlı direnişi kendisini göstermiştir. Bu direniş, ancak 18. Yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başında kırılıyor. Napolyon’un Mısır’ı işgali, -başarısız bir girişim de olsa- bir dönüm noktasıdır. O günden bu yana batı, elini Ortadoğu’dan çekmemiştir ve bir sömürgeleştirme süreci başlamıştır. İngilizler ve Fransızların, sömürgeleştirme biçimleri farklılık arz etmiştir. İngilizler, kültürel müdahalede bulunmadıkları bir ara sınıf yaratırken; Fransızlar, inanılmaz bir kültürel müdahale örneği sergilemişler ve asimilasyon yoluna gitmişlerdir. II. Dünya Savaşı bir başka dönüm noktasıdır. Sömürgeci devletler artık sömürgelerini yönetemez duruma gelmişler ve sömürgelere –zorunlu veya gönüllü olarak- birer birer bağımsızlık vermeye başlamışlardır. Nasr gibi subaylar, Baas Partisi gibi partiler sömürgeden kurtulmak için çok şey vaad ettiler. Ancak gerek İsrail karşısında yenik durumda olmalarından, gerekse vaatlerini yerine getirememelerinden dolayı, zamanla halkın karşısında meşruiyetlerini yitirdiler. Onlara olan inancın zayıflaması, 1960’lardan sonra, İslamî rejimlerin kurtarıcı olarak görülmesi sonucunu getirdi. O günden bu yana, diktatörlük süreci devam etti. Bütün dünyanın medya gibi araçlarla iletişimi küreselleşmenin bir boyutudur. Önceleri Türkiye’nin Suriye’den, Suriye’nin Mısır’dan sınırsız bir haber hakkı yoktu. Arap dünyası için, El Cezire televizyonunun izlenmesi ile, benzer İslamî ülkelerdeki dinamiklerden haber sahibi olunduğu bir döneme girildiği söylenebilir. Başka bir İslamî ülkenin başına gelenlerin kendi başlarında da olduğunu gören insanların birikimi elbette ki patlayacaktır. Bu durum bir reaksiyon yaratır. Herkes; ‘Bundan sonra ne olacak?’ diyor. Arap dünyası, teoride zengindir; ancak bunu halkı için refaha dönüştüremiyor. Genel tablo bu olmakla birlikte, Arap ülkelerinin her biri sosyal, ekonomik bakımdan ve nüfus bakımından oldukça farklılık arz ediyor. Olacakları öncelikle buna göre değerlendirmek gerek. Mesela Mısır, nüfusun büyük çoğunluğu itibariyle çok çeşitli bir etnik yapıya sahip değildir. Ordusu millî bir ordu, Ortadoğu’da olması zor bir şey. Libya, aşiret toplumlarından oluşması sebebiyle Mısır’dan daha farklı bir örnek. Suriye’de ise biraz da sömürgenin getirdiği çok daha zor bir durum söz konusu. Küçük bir azınlık, büyük bir çoğunluğu yönetmiştir. Irak’ta da durum böyle olmasına karşılık, Irak, Suriye kadar uç bir örnek değildi. Bunun için Suriye’de ‘Ya kuzgun leşe ya devlet başa’ denilebilecek bir durum var. Yönetimi bıraktıkları takdirde düşecekleri içinden çıkılması zor durum, onları hızla ve ısrarla isyanı bastırma çabalarına itiyor. 1980 yılının Türkiye ve komşuları haritası ile bugünün haritasını önünüze koyduğunuzda, bu sürecin tarihsel bir fırsat olduğunu göreceksiniz. Bu fırsatı doğru kullanırsak, bu düzeni değiştirebiliriz. Ancak bunu sağlamak, o ülkelerle iletişimden geçiyor. Bu noktada İran gibi tanımama ve mücadele etme üzerine yaklaşım sahibi olanlar da var, Türkiye gibi ‘iletişime geçerim, meşru kılarım, hoşuma gitmeyen yerde de itiraz eder, millî bir devlet olarak yoluma devam ederim’ diyenler de. ‘’ dedi.