Dr. Cezmi BAYRAM
Türk Ocaklarının kuruluşunun 108. yılında ve tekrar faaliyete başladığı 1986 yılından bu yana geçen 34 senenin ardından böyle bir soru abes midir? Yoksa bu son 34 yıl boyunca mesuliyet yüklenmiş, Ocak’ın son altmış senelik faaliyetlerini takip etmiş, Ankara Ocağı Başkanlığı dâhil, 50 yıldır görev yapmış birisi olarak hâlimizi göz önüne almak ve değerlendirmek için ortaya atılmış tahrik edici bir sual midir? Kuruluş yıllarını ilmî tetkikler ve dönemi yaşayanların hatıralarından takip eden bizler için geçmişle yapılan mukayeseler, günümüzdeki münevverlerin, iş çevrelerinin, devlet ricalinin ve hedef kitle olarak gençlerin alakası noktasında yapılan mukayeseler, düne nazaran iman, heyecan, milliyetçilerin birbirlerine ve millet fertlerine karşı gösterdiği sevgi eksikliği, başlıktaki soruyu haklı olarak akla getirmektedir. Ancak, Türk Ocağının kurulduğu yıllardan günümüze değişen şartların bir değerlendirmesi ve mukayesesini yapmadan evvel, şahsi kanaatimi peşinen ifade etmeliyim ki, bugün aynen başlangıçta olduğu gibi hem Türk Ocaklarına hem de onun temsil ettiği Türk milliyetçiliği fikrine ve faaliyet üslubuna aynı şiddette ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacın mahiyet ve önemini anlamak bakımından hem 1912 yılındaki şartları hem de tamamen siyasi sebeplerle 1931 yılında kapanmaya zorlandıktan sonra, 1949 yılında tekrar kurulurken ortaya konan hedefleri ve şartları iyi tahlil etmek ve buradan günümüze gelerek nelerin ihmal edildiği veya nelerin nazarı dikkate alınması gerektiği hususları üzerinde kısaca durmak gerekmektedir. Türk Ocaklarının Kuruluş Şartları O zamanki devletimiz, Devlet-i Aliyye, Avrupa devletleri karşısında mağlubiyetleri aldıkça ve Fransız İhtilali’nin neticesi, yabancı devletlerin de tahrikiyle, düne kadar malı, canı, ırzı, dini ve dili devletin koruması altında olan gayr-ı Türk unsurlar isyanlara başlamış; buna 20. yüzyılın başlarında Türk olmayan Müslümanların kıpırdanması da eklenmiştir. Uzun yıllar erkeklerini savaşta kaybeden Türkler, ziraatta vesair mesleklerde gerilemiş; kısaca gayrimüslimler zenginleşirken Müslüman Türkler fakirleşmiştir. Devletin devamını, vatanın bütünlüğünü temin için devrin münevverleri çeşitli fikirler geliştirerek çareler aramaya başlanmışlardır. İslamcılık ve Garpçılık fikirleri etrafında zengin bir düşünce faaliyeti ortaya çıkmıştır. Maarif, iktisat alanlarında ve hukuk sahasında gelişmeler temenni edilmiş olmakla beraber esas mesaiyi siyasi düzenlemeler almıştır. Önce, devletin kuruluş felsefesinden vazgeçilmiş; kurucu millet ve zimmî anlayışı yerine eşit vatandaşlık getirilmiştir. Bu, zaten birtakım imtiyazlara sahip azınlığı daha güçlendirmiş; fakat devleti sahipsiz bırakmıştır. Aynı şekilde Hakan’ın yetkileri sınırlandırılırsa yani meşrutiyet ilan edilirse her şeyin yoluna gireceği ümit edilmiştir. Nihayet, 1908’de ikinci defa Meşrutiyet ilan edilmiş; hürriyet, adalet, uhuvvet, müsavat ilkelerini şiar edinen İttihat-Terakki Yönetimi başlamıştır.
Dün akşam gerçekleşen sempozyumumuzda genç arkadaşlarımız Cengiz Dağcı'nın, eserleri ve fikir dünyası hakkındaki bildirilerini sundular. Dağcı, romanlarında Türk halkının Kırım'da nasıl zulümler yaşadığı ve niçin savaştığını tarihi gerçeklik içinde bizlere sunmuştur. Savaşın ve sürgünün en acı tecrübelerini yaşamak ve bunları kaleme almak sonraki nesiller için rehber olmaktadır. Cengiz Dağcı bu anlamda da üzerine eğilinmesi gereken bir kişiliktir. Konuşmacılarımıza faydalı sunumları için teşekkür eder, başka programlar için emsal teşkil etmesini dileriz.
Ata toprağına özlemin somutlaşmış hali olan Dağcı'nın şu satırlarını da unutmamak gerekir : "Türk halkı için toprak her şeydir. Toprak almak, can almaktır."
SÖZ BAŞI
Tarikatlar hakkında, 19. Yüzyılın ortalarından itibaren, Osmanlı Devletinde bir düzenleme yapma ihtiyacı doğmuştur, 1860’larda çıkarılan kararname işleyememiş, İkinci Meşrutiyet sonrası konu tekrar ele alınmıştır. Savaş şartları, uygulamanın başarısını engellemiştir. Esasen, Fatih Türbedarlığı da yapan Halvetî Şeyhi Ahmed Âmiş Efendi’nin de ifade ettiği üzere, ”bu mesele bitmiştir”. Cumhuriyet Döneminde “ıslah” yerine tamamen kapatılması cihetine gidilmiştir. Söz konusu, bir ticarethanenin kapatılması olmadığı için, hukukî kapatma fiili kapanma sonucunu doğurmamıştır. Bu yapılar, gizli olarak faaliyetlerine devam etmişlerdir. Çok partili siyâsî hayata geçilince, bu gruplar “oy deposu” olarak göründüğünden müsamaha görmeye, alenileşmeye başlamışlardır. Bir yandan alenileşmek, fakat diğer taraftan hâlâ hukukî bakımdan yasaklılık hâli, bunların gücünün tam olarak anlaşılmasını engellemiştir. Ancak, partilerin seçmen olarak bunların reyine ihtiyaçları, bunların da devlet kadrolarında hüviyetleri ile yer almalarına imkân sağlamıştır. 1980’lerden itibaren Türkiye “serbest piyasa” ekonomisi adı altında kapitalist düzene geçince, Weber’ci bir anlayışla “Protestan” yerine Müslüman kapitalistleşme özendirilmiştir. Bu safhadan sonra, artık, “tarikat” mensubu yerine “cemaat” mensubu kavramı öne çıkmıştır. Cemaat sosyolojik bir kavram olduğu ve elinde de ciddî bir iktisadî gücü barındırdığı için, sağlanan menfaatler karşılığında, kendilerine “liberal” diyen eski Marksistlerin de propaganda gücünden istifade etmişler, böylece cemiyette, olduğundan da daha etkili görünmeyi başarmışlardır. Son hâlin en bariz örneği “Fethullah Gülen Hareketi”dir. Bir taraftan, insanlık tarihi boyunca en etkili değer olan “Dini-İslâmı” alet olarak kullanması, diğer taraftan” kapalı-masonik” yapısı, modern propaganda metodlarını çok iyi kullanması, hareketi, 90’lı yıllarda, kisa zamanda, çok büyük güç hâline getirmiştir. Artık karşımızda, sadece “dinî bir cemaat” yoktur. Din silâhını kullanan iktisadî bir güç de mevcuttur. Hem “kapalı”, hem de -kendi arzu ettiği kadar- “açık” ve etkili bu cemaat, elbette gücünü artırmak ve korumak için siyasette de etkili olmak isteyecektir. 2002 de gelen iktidarın, asker, adliye, üniversite, basın ve iş çevrelerindeki zayıflığından istifade ederek, buraları kendi gücüyle dolduracağı intibaını vermiştir. Böylece iktidara bir takım hukukî ve idarî düzenlemeler telkin etmiş, yeni durumu da en iyi şekilde değerlendirerek gücünü daha da artırmıştır. Bu bizi 15 Temmuz’a getirmiştir. Yaşanan büyük tecrübe ve karşılaşılan tehlike, din-cemaat ve siyâset münasebetini sorgulama zaruretini ortaya çıkarmıştır. Ancak meselenin “Fetö”den ibaret olmadığı da görülmüştür. Çünkü, Gülen cemaatinin gücü ve etkisi, evvelce sadece “dinî” olan grupları ayni zamanda birer “holdıng” patronu olmaya özendirmiştir. Böylece gruplar birer “nasihat” meclisi olmaktan çıkmış, ortak menfaatlerin meydana getirdiği birer kapalı yapılar haline gelmiştir. Evet, şirketler, öğretim kurumları, gazete ve televizyonlar görünürdedir, ama grupların esas yapısı kapalıdır, “masoniktir”. Gerek iktisâdî faaliyetlerde, gerekse grubun hukukî çatısı olan vakıf faaliyetlerinde “din duygusu” öne çıkarıldığı için, ayni alanda faaliyet gösteren şahıs veya gruplarla haksız rekabet halindedirler. Kapalı oldukları için toplum içinde adacıklar halinde bulunmaktadır. Bu hal ise hem millî bütünlük ve hem de içtimaî adalet bakımından büyük mahzurlar doğurmaktadır. Siyâset kurumu ise “kitlevî rey” gücüne sahip oldukları ve bu gücün desteğini sağlamak için tavizkâr ve müsamahakâr davranmaktadır. Bu durum da, onların devlet kadrolarında etkin şekilde yer almalarını sağlamaktadır. Mesele “fetö” boyutuna gelince de bu kadrolaşmanın adı “devlete sızma” olmaktadır. Yaşanan büyük tehlike ve geçirilen tecrübe, din-devlet-siyâset-iş hayatı münasebetlerinin yeniden gözden geçirilmesini zaruri kılmıştır. Cumhuriyet ilânından sonra getirilen “lâiklik” ilkesi, çıkarılan “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” gibi düzenlemelerin uygulamalardaki aşırılıklara takılmadın, yeniden ihyâsı gerçeği idrak edilmelidir. Dinin, dünyevî her hangi bir menfaat için araç yapılmasının, en başta dinin kendisine zarar verdiği görülmektedir. Medeniyetimizin ihyasına, İslâm âleminin ve insanlığın ihtiyacı göz önünde bulundurularak, dinin birleştiricilik imkânından istifade cihetine gidilmeli, kavga ve rekabet sebebi olmaktan uzak tutulmalıdır. Türk Ocağı İstanbul Şubesi, meseleyi ilim çerçevesinde ve sadece hakikati arama niyet ve gayretiyle, bu konuda aralıklı olarak iki ayrı “Çalıştay” düzenledi. Yapılan konuşmalar, katılımcılar tarafından makaleler haline getirildi ve neticede elinizdeki kitap vücut buldu. Bu faaliyetin gerçekleşmesinde Hars Heyeti üyemiz Prof. Dr. Mustafa Tekin’in disiplinli çalışması ve tâkipçiliği takdire değerdir. Kendisine teşekkür ederiz. Eserin teknik çalışması her zaman olduğu gibi Ötüken Neşriyatın yetkililerinin müsamahası ile Damla Acar ve Ceyhun Durmaz tarafından yapılmıştır. Onlara da teşekkür ederi. Biz bu çalıştaya çok önem verdik. Ancak basımı gecikti. Konu hâlâ gündemde olduğu için, umulur ki faydalı olur.
Dr. Cezmi Bayram